Emekli bankacıyım. Manavgat’ta doğdum. Üniversite eğitimimi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat bölümünde tamamladım. İstanbul’da özel bir bankada müfettiş olarak çalışıp emekli oldum. Bütün Türkiye’yi gezip görme şansına sahip oldum. Bir kızım bir oğlum var. Kızım bu yıl Tıp mezunu oldu. Oğlum da Tıp 5. Sınıfa geçti.
25 Eylül 2016 gecesi saat 24 sularında yatmak üzere lavaboda dişlerimi fırçalarken birden başımın döndüğünü ve uçar gibi hafiflediğimi hissettiğimi hatırlıyorum. O andan sonrasına dair hayat filmim hafızamda yok. Olan bitenleri bana anlatılanlardan ve televizyonda yayınlanan videolardan biliyorum.
Hiç bilmediğim bir çevrede, gezegende bir canlı olarak hayata başlamışım gibi bir hisle aklım başıma gelmeye, uyanmaya başladım. Evdeydim. Ocak 2017 ayının ilk haftasıydı.
25 Eylül 2016 gecesi ile Ocak 2017 ilk haftası arasında geçen süre hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum.
Okuma – yazma, çevreyi ve insanları tanıma gibi bilgiler yoktu. Sadece biraz zekâsı olan, çevrede olup biteni az çok anlayabilen bir canlıydım. Evcil hayvan dostlarımız gibi diyelim. Fiziksel hareketler yapamıyordum. Ellerimi ayaklarımı hareket ettiremiyor, yatakta dönemiyordum. El parmaklarım donup kalmış gibi ve şişkindi. Kısa süre süre sonra eşimi ve çocuklarımı tanımaya başladım. Yatakta ince bir hortumun bir ucunun vücuduma bağlı olduğunu, diğer ucunun da yatağın kenarına yerleştirilmiş plastik bir torbaya bağlandığını gördüm. Hortum ayağıma dolanıp duruyordu. Ne işi var bunun burada diye düşündüm. Çıkarıp atmak istedim. Eşime sordum. “Sonda” olduğunu söyledi. Sonda ha! Sonda neydi? Sordum. Anlattı. Gelip geçen ufak bir hastalığım olduğunu, biraz baygınlık yaşamış olduğumu düşündüm o an.
Eşim ve çocuklarım koluma girerek beni ısrarla yürütmeye çalışıyorlardı. Sonda denen şey hâlâ bana takılıydı. Beni yürütürlerken sondayı da birisi taşıyordu. Yürümek işkence gibi zordu. Ellerimi kollarımı, el parmaklarımı oynatamıyordum. Omuzlarım donmuş gibiydi. Ağır bir uyuşukluk hali vardı bütün vücudumda. Kısa bir süre sonra hepsi geçip gidecek diye düşünüyordum. Ama bir türlü geçip gitmiyordu. Neler olup bittiğini bilmiyordum. Gelen giden birileri vardı. Bir süre oturup konuşup sohbet edip gidiyorlardı. Ne konuştuklarını bilmiyordum. Yabancı dilde konuşan insanlardı sanki. Çoğunu hiç tanımıyordum. Bazılarını da gözüm bir yerlerden ısırıyordu ama çıkaramıyordum. Sonradan öğrendim ve anlattılar ki hepsi hısım akraba, konu komşu, arkadaşlarımızmış. Beni yürütme çabalarının birinde yatağa götürürlerken lavaboya girip aynaya bakmak istedim. Hayatta, çevremde bir tuhaflık halleri var, acaba ben ben miyim, neyim diye merak ettim. Destekle ağır aksak aynanın karşısına geçtim. Sakallı bıyıklı birisi. Bendim işte. Oysa ben şimdiye kadar sakal bıyık bırakmadığım için o şekilde nasıl göründüğümü hiç bilmiyordum. Elimi başıma götürdüm gezdirdim. Kafatasımın arka ve üst cephesinde iki derin oyuk vardı. Deride ve saçta sorun yoktu. Uzayan saçım kapatmıştı. Ama kemik dokuda derin yamukluklar vardı. Engebeli arazi gibi. Eşim çok sayıda ameliyat geçirdiğimi söyledi. Beş kez beyin ameliyatı yapmışlar. Yani fiziksel olarak ben eski ben değildim. Aynaya bakmaktan vazgeçtim. Hemen yatağa götürdüler. Üşüyorum deyip battaniyeyi yüzüme kapattım. Ben eski ben değildim. Sadece canlı bir varlıktım. Hiçbir şey bilmiyorum, hatırlamıyorum. Elin adamı gibi. Yani el işte. Ama duygu ve farkındalık hissi vardı. Eski Mevlüt artık yoktu. Onun devri sona ermişti. Mezara girmeden yok oluş. Ağladım, ağladım, ağladım.
Fizyoterapi ve fizik tedavi kavramlarını duymuştum tabii ki. Ama hayatıma girinceye kadar ayrıntısını bilmiyordum. Bu kavramlar zihnimde “Eli ayağı uyuşmasın diye hastalara yaptırılan küçük çaplı spor, el kol hareketi” olarak yer etmişti. Hayatıma girince yaşadım ve “algıda seçicilik” gereği kitap ve televizyonlardan, videolardan bilimsel yönünü de anlamaya başladım ki genel olarak özetlersek: HAREKET CANLININ OLMAZSA OLMAZI derecesinde hayatın devamlılığının vazgeçilmesi. Olay sadece kasların hareket edebilme özelliğinin devam ettirilmesi, egzersiz yapılması ile sınırlı değil. Canlı bedeni sahip olduğu anatomisinin her noktası ile bir bütün. Muhteşem bir senfoni orkestrası gibi harmoni, uyum içinde çalışıyor. Kasın hareketi ilgili organların, diğer organların ve beynin çalışmasını; fonksiyonlarını yerine getirmesini ve performansını dalga dalga bütün vücuda yayılarak etkiliyor. Fizyoterapist bunu uygulayan kişi. Yani insanı normal hayat düzenine kavuşturan, bilgi ve tecrübesiyle hayatın anlamlı hale gelmesi için gerekli restorasyonu yapan değerli kişi demek. İnanıyorum ki henüz bilimin keşfetmediği, ileride ortaya çıkacak özellikleri de vardır. Şahsen yaşamış olduğum yaşanmışlıklarım ve bilimsel araştırmalar da gösteriyor ki insan bedeni çalışmaya ve fonksiyonlarını yerine getirmeye zorlandıkça vücut eksik kalan organlarını yeniliyor, alternatifini üretiyor. Yani bedenimiz ve beynimiz bir ölçüde A planı, B planı, C planı oluşturup uygulamak üzere yazılıp kodlanmış chiplerle donatılmış vaziyette. Kas, damar, kemik ve sinir dokuları üretip döşeyebiliyor. İlginç ama iyi ki de gerçek.
Fizik tedavi olmasaydı? diye düşünemiyorum. Hareket kabiliyetini yitirmiş, “yatalak” denilen noktada ve bunun uzantısı olarak da zihnen, moral olarak, ruhen bitmişlik; bitkisel hayata doğru yuvarlanış gerçeği. Hayat değil Felâket olurdu yani.
Hayata tutunma ve yürümede “canlanma” sadece bedenden; kas ve kemikten ibaret değil. Beyinsel aktiviteler, zihin ve moral ile de oluyor. Hepsi bir bütün. Bitkisel hayattan, amiyane tabirle “canlı cenaze” denilen durumdan tekrar umut dolu hayata tutunup dönüş yoluna girmenin verdiği mutluluk. Muhteşem bir şey. II. HAYATA doğmak.
Ciltler dolusu zengin anlam taşıyan cimri iki kelime ile: İYİ Kİ VARSINIZ
Telif Hakkı © 2022 Fizyoterapist Şenay Kaçar Can - Tüm Hakları Saklıdır.